Etiketler
1795 Osmanlı-ABD Anlaşması, ABD, Akdeniz, Amerika, Barış, Bağımsızlık, Berberi Savaşı, Beylerbeyi, Birleşik Devlet, Cezayir, Cezayirli Gazi Hasan Paşa, Cezayirli Hasan Paşa, CIA, Eyalet, Fas, Garp Ocağı, General George Washington, II. Berberi Savaşı, Joseph Donaldson Jr, Koloni, Korsan, M. K. Atatürk, Mustafa Kemal Atatürk, Okyanus, Osmanlı Devleti, Padişah III. Selim, Savaş, Tunus, [Düzenle]Etiketler1783 Paris Anlaşması, İngiliz, İngiltere
Önceki yazıyı; “Anlaşmanın maddelerine üstünkörü göz atmak bile yeni bir kapitülasyon olduğunun anlaşılmasına yeter. Bu anlaşma, ileriki günlerde Osmanlıyı zora sokacak, önüne bir dolu problemler çıkaracak, ekonomisinin daha da bozulmasına neden olacaktır. Bozulan yalnız ekonomi olsa yine iyi, olan Osmanlının ölüme koşarak gitmesinden başka bir şey değildir.” sözleriyle bitirmiştim. Ne yazık ki bu ifadeler kısa zamanda gerçeğe dönüşecektir.
Kimse farkında değildir ama Sultan Kanuni Süleyman’la başlayan kapitülasyon yanlışı Amerika’yla yapılan anlaşma sonucu ölümcül bir yaraya dönüşmüştür. Bunu şöyle de anlatmak mümkün: Osmanlının ölüm çanları ortalığı yıkarcasına çalmaya başlamış ama Osmanlı bunun farkına varmamıştır.
Anlaşmanın daha ilk birkaç maddesi Osmanlıyı kıskıvrak yakalar: “Amerikalı tacirlerle ticaret gemilerine, diğer devletlerin tacir ve ticaret gemilerine göre daha fazla öncelik tanınacak ve Osmanlı ülkesindeki Amerikan vatandaşlarının tamamı kapitülasyonlardan yararlanacaktır.” İşte bela geldi bile… Hem de öyle bir bela ki, Osmanlıyı fena hâlde kıskaca alacak, bu maddelerin yaratacağı şımarıkça özgüvense geleceğin Cumhuriyet Türkiyesi’nin bile sürekli olarak başını ağrıtacaktır.
Nasıl mı anlatayım?
Buyurun!
- Önce İzmir, Beyrut ve İstanbul’da konsolosluklar açılmış, daha sonra bunların adedi arttırılmıştır. Osmanlının ABD konsolosluğunun açılışıysa nedendir bilinmez, ancak 1845 yılında gerçekleşebilmiştir. Konsolos niyetine atanansa bir ticaret ataşesidir. Adı da Zapçıoğlu Abraham’dır. Gerçek konsolosların ilki, ikincisi ve altıncısı da Osmanlı azınlıklarındandır. Bu insanlar belki canla başla çabalamışlardır ama muhatap devletin organları Osmanlıya karşı öylesine ön yargılıdır ki, bu atamalardan kendileri lehine çıkarımlar elde etmişlerdir. Özetlersem, bu atamalar öylesine yanlış olmuştur ki, ABD’ye Osmanlı azınlıklarını nasıl kullanabilecekleri konusunda önemli fikirler vermiştir. Ardından da Rum, Ermeni, Keldani, Arami, Süryani, Pontus, Arap vs sorunları yaratılmış, daha önce yaratılmış olanlarsa büyütülmüştür. Osmanlı topraklarının hallaç pamuğu gibi atılmasında bu karşılıklı konsolos atamalarının da payı büyüktür.
- İki devlet arasında imzalanan “Tabiiyet” ve “Suçluların İadesi” gibi anlaşmalardan doğan sorunlar daima Osmanlının tavizkâr tutumu sonucu çözülebilmiştir. Aynen bugünkü gibi…
- Amerikan gemileri Osmanlı limanlarında cirit atmaya başlamış, ticari faaliyetler günbegün Osmanlının aleyhine artmıştır.
- Ülkede cirit atanlardan biri de misyonerlerdir. Gerek açık gerekse gizli faaliyetleri sonucu hem dinsel hem siyasal hem de etnik olarak ülkeyi karıştırmışlardır. Amerikalılar; atalarının hırsız, haydut, fahişe olmasıyla ilgisi var mı bilmem ama biraz yüz bulunca her işi haydutluğa varacak kadar ileri götürüyorlar. O günlerde de böyleymişler.
- Bir kısmı izinle bir kısmı da “nasılsa bize bir şey yapamazlar” zihniyetinin getirdiği güvenle kaçak okul ve kiliseler açmış, ardından sağlık işlerine de el atmışlar. Açılan kiliselerin çoğu, kısaca American Board diye tanınan “American Board of Commisioners for Foreign Missions”a aittir.
- Sonunda iş öylesine çığırından çıkmıştır ki sırasıyla “Antep, Arapgir, Tokat, Kayseri, Maraş, Halep, Sivas, Harput, Urfa, Antakya, İzmit, Musul, Diyarbakır, Mardin, Bitlis, Edirne, Adana” gibi pek çok kentte misyoner istasyonları kurulmuştur. Misyonerlik çalışmalarında en çok Rum, Ermeni, Kürt, Arap, Arami, Süryani ve Keldaniler ile Karadeniz bölgesindeki Pontus kökenliler hedef alınmış, kök itibariyle Türk olmayanlar Osmanlıya karşı kışkırtılmıştır.
- O dönemde bir süredir uyguladığı “Osmanlı Ermenilerini Amerikan vatandaşı yapıp yeniden Osmanlı ülkesine gönderme” işlemlerini hızlandırarak kapitülasyonlardan yararlanmalarını sağlamış ve böylece etkin bir güce kavuşan Ermenilerden, gerektiğinde her konuda Osmanlı aleyhine kullanabileceği yandaş bir güç oluşturmuştur.
- Uzatmayayım ama Osmanlının aymazlığı sonucu ABD, misyonerleri aracılığıyla ülkeyi baştan başa karıştırmış, kendilerine kucak açan Osmanlıyı arkadan hançerlemiştir. Bu alçaklıklar, onlar devreye girmeden önce kardeş kardeş yaşayan Osmanlı halklarının isyanına ve sonunda milyonlarca insanın ölümüne neden olmuştur. Bunu yaparken de aynen bugünkü gibi “İnsanlığa hizmet, insan hakları ve insana özgürlük!” sloganlarını kullanmışlardır. Bu sloganların Amerikan İngilizcesine çevrimiyse “Biraz daha imtiyaz biraz daha hâkimiyet biraz daha sömürmek”tir. Başka şey değil.
- Osmanlı, Amerikan misyonerlerinin Ermeni isyanlarını planlayıp silahlanmalarını organize ettiklerini anlayınca misyonerlik faaliyetlerini kısıtlamayı denemiştir. Okulları kapatmaya kalktığı zamansa 1914 yılının sonuna dek, ABD’nin hışmına uğramıştır.
SÖYLENECEK TEK GERÇEK
Sözün özü şudur:
Amerikan yönetim hafızası ülkelerine yapılan iyilikleri büyük hızla unutur. Kötülükler konusundaysa tıpkı deve gibidir, unutmaz. Bunun intikamını almak için fırsat kollar ve fırsatı bulduğu anda alır da…
Hem öyle bir kez değil, on kez, yüz kez, bin kez!
Türk – Amerikan ilişkilerinin tiksinti verici kin girdabında, bir o bir de bu yana sürüklenmesi George Washington döneminde, eyaletler aracılığıyla da olsa Osmanlıya ödedikleri ve devlet hafızasının asla unutamadığı haraçlarla başlar. Devlet hafızasının bu olayları unutmaması için de “Amerikan Deniz Piyadeleri Marşı”na Berberi Savaşlarıyla ilgili sözler eklenmiştir. Marşın orijinalini yazıyorum. Lütfen Tripoli sözcüğünün geçtiği ikinci mısraya dikkat edin.
From the Halls of Montezuma (Montezuma’nın hollerinden)/ To the shores of Tripoli (Trablusgarp kıyılarına dek) / We fight our country’s battles (Ülkemiz için çarpışırız) / In the air, on land, and sea; (Havada, karada, denizde) / First to fight for right and freedom / And to keep our honor clean; / We are proud to claim the title / Of United States Marine. / Our flag’s unfurled to every breeze / From dawn to setting sun; / We have fought in every clime and place / Where we could take a gun; / In the snow of far-off Northern lands / And in sunny tropic scenes, / You will find us always on the job / The United States Marines. / Here’s health to you and to our Corps / Which we are proud to serve; / In many a strife we’ve fought for life / And never lost our nerve. / If the Army and the Navy / Ever look on Heaven’s scenes, / They will find the streets are guarded / By United States Marines.
28. ABD başkanı Thomas Woodrow Wilson, Türkleri hiç sevmezdi. Bunun sonucu olarak, Amerikan basınında Türklerin ne denli kötü bir millet olduğuna dair çok etkili el altı kampanyalar yaptırtmıştır. Bir taraftan Türkler kötülenirken, diğer yandan da silah verip isyana teşvik ettikleri Ermeni ve Rumların ne denli zavallı, masum, çaresiz insancıklar olduğu anlatılmıştır. Bunun sonucunda da ABD halkı Türklere diş bilemiş, birçok kentinde Ermeni ve Rum sevgisi adına destek ve yardım dernekleri kurulmuştur. ABD’de Türkler hâlâ sevilmez. Türklerin karşısındaki her ulus onlar için daha sevimlidir.
Türk – Amerikan ilişkileri, dönem dönem, Amerikan çıkarlarına uygun olarak kucaklanma ya da itip kakılmamızla sürüp gider. Ders vermeye niyetlendikleri zaman bizleri küçücük olaylarla çıldırtır, sonra da olay çıkaran bizmişiz gibi anlayışlı anne havalarında okşayıp severler. Yöneticilerimiz de kızsın mı okşandı diye sevinsin mi işin içinden çıkamaz. Çıkamadığı için de gerekli tepkiyi koyamaz.
1950 SONRASI ÇOK AZ HÜKÛMET EDEBİLEN GERÇEK MİLLİYETÇİLER
1950 yılından bugüne dek, bu itip kakmaların iki istisnası olmuştur. Onlar da “dinci, sağcı, milliyetçi iktidarların değil” solcu diye yıpratılmaya çalışılan CHP’nin başkanları İstiklal Savaşı Kahramanı Rahmetli “İsmet İnönü” ve Rahmetli “Bülent Ecevit”in çok kısa süre iktidarda kaldıkları dönemlerdir.
İnönü Kennedy’nin cenazesi için Türkiye’yi temsilen ABD’deyken hükûmet ortağı parti kullanılarak düşürülmeye çalışılmış, bu deneme başarılı olmamış; daha sonra aynı ABD, Kıbrıs konusunda kendisine kafa tutan İnönü’yü Amerikancı olarak ün yapan Rahmetli Süleyman Demirel’i kullanarak hükûmetten düşürmüş, genelde eğitim yoksunu geniş bir kitle de verdikleri oylarla Süleyman Demirel ve onun sömürge zihniyetini uzun yıllar iktidarda tutmuştur. Ünlü Johnson mektubu da İnönü döneminin olaylarındandır.
Ecevit’se “Ege adaları, Kıta Sahanlığı, haşhaş ekme özgürlüğümüz, Ege’deki petrol hakkımız ve Kıbrıs” gibi pek çok konuda ABD’ye kafa tutarak millî bir çizgi izlemesi nedeniyle “Kıbrıs Barış Harekâtı”nın hemen ertesinde hükûmet ortağı Millî Selamet Partisi’nin aniden oluşan garip tutumuyla hükûmetten düşürülmüştür. Olayın maliyeti de Ecevit’e yüklenmeye çalışılmıştır. İşin içinde ABD’nin olduğu, ambargoya kadar giden tutumları ve daha sonra kurulan hükûmetlerden de anlaşılmaktadır. Ecevit Hükûmeti, “Adalet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Millî Selamet Partisi ve Cumhuriyetçi Güven Partisi” kullanılarak düşürülmüştür. Bunlar hükûmeti hemen üstlenmemiş, bazı nedenlerle önce güven oyu alamamış geçici bir hükûmetin kurulmasına izin vermişler, sonrasında da millî duygulardan yoksun olmalarına rağmen, halkı kandırmak için “Milliyetçi Cephe” adını verdikleri kaotik hükûmeti kurmuşlardır.
Ne “Kıbrıs Savaşı’nı bildirmek için davet ettiklerinde beti benzi atan sonra da milliyetçilik oynayan o günün muhalefet liderlerinin” ne de bugün “Ege ve Akdeniz adalarımızı Yunan’a peşkeş çeken A Kal P hükûmetiyle bir olup bunu gizleyen ve görmezden gelenlerin”, millî çizginin ne olduğunu bilmesine de anlamasına da imkân yoktur. Onlar da bunu bilmekte ve her fırsatta CHP ve onun başkanlarını halkın gözünden düşürmek için; akılları sıra alay etmekte, olmamış olayları olmuş göstererek iftiralar atmakta, ülke ve millet aleyhine kendilerinin yaptığı kötülükleri onlara mal edip hakaretler savurmakta, tehdit edip durmaktadırlar.
Gerçekler bunlardır. Bunlardan gerisiyse yalanlarla dolu sahte tarih yaratma çabasından başka bir şey değildir. Türk – Amerikan ilişkilerinin bu kin dolu ortamdan kurtulabilmesi için gereken tek çareyse mucizedir.
Ona da uluslararası ilişkilerde pek rastlanmaz!
Gelecek yazıda Türklerin üstüne atmak için ABD’nin ördüğü ağların ne denli güçlü olduğunu görecek, eğer “Fesli Deli” unvanlı Kadir gibi “Keşke Yunan Türkiye’yi alsaydı!” diyecek kadar vatan sevgisinden yoksun değilseniz, nasıl kurtulduğumuza hayret edeceksiniz.
Pardon! Son bir söz daha…
O alçakça sözleri söyleyenin yalnızca “Fesli Deli” olduğunu sanmayın. Bu, çok uzun yıllardır, dinci yalnız dikkat edin dindar demiyorum, dinci kesimin eline düşen, beyinleri yıkanacak çoluk çocuğa pompalanan bölücü bir düşüncenin ürünüdür. Bu ürün, son yıllarda, inanılmayacak kadar çok kanserli meyve vermiştir. Vermeye de devam etmektedir.
*In the air (Havada) sözcüğü marşa sonradan eklenmiştir.
Günay Tulun
“Sayfayı çevirmek ya da dilediğiniz herhangi bir sayfaya geçiş yapmak için, bu yazının sağ yanında yer alan; [ TÜM KİTAPLAR ] bölümündeki ilgili sayfayı tıklamanız yeterlidir.”